"Bloklar gecede canavar gibi yükselmişti. Gövdelerindeki dairelerin bazılarının lambaları açıktı. Tuhafıma gitti. Numaraları tahmin etmeye çalıştım: 8, 33, 49, 61..."
('C Blok', Tülay)
C Blok, Zeki Demirkubuz'un 94 yapımı ilk filmi. Konusu, birbirlerine ve kendilerine yabancılaşmış bir çiftin, hizmetçi ve kapıcıyla kurduğu ilişki... Öyküyü tamamlayan ise dekor. Bu dekor, gündelik yaşamın devam ettiği gerçek mekân, yüksek apartmanların çevirdiği şehir... Hücreye benzeyen dairede, hiçbir çocuğun oynamadığı site avlusunda ve bir hapishane avlusu izlenimi veren İstanbul'da geçer film. Otomobilin dikiz aynasından bakarken dahi kurtulamadığımız, sonsuza uzar gibi canavar binalar; A, B, C şeklinde bloklara ayrılan konut örgütlenmesi filmin asıl temasıdır. C Blok'ta yaşayan Tülay mutsuzdur, hayatı kıstırılmış, hayalleri yok olmuştur -belki hiç olmamıştır...
Bu canlı dekor şimdi, lüks konutlarla beraber yoksullar için yapılmış beton kutuları da içeriyor: Birçoğumuz 4. Ada, 7. Kısım, D Blok, F9B gibi adreslerde (bina şeklindeki ambalajlarımızın seri numaraları) yaşıyoruz. Neden “TOKİ'leşme” olarak tanımlayabileceğimiz kentleşme sürecimizde, isim verilmiyor evlerimize? Birer harf-numara mıyız hepimiz? Yoksulları mekânlarından dışlarken onları ucuz taksitlerle ev sahibi yapma propagandası yapan TOKİ Sosyal Devleti'nin gözünde seçmen-sandık numaralarından mı ibaretiz? Zaten konutlarına hapsolmuş televizyona sabitlenen ailelerin reyting oranları hesaplanırken de, alım gücüne göre A/B (reklamı yapılan ürünleri rahatça tüketecek gelir grubu), C1, C2, D/E diye sınıflandırılmıyor muyuz?
GRİNİN 50 TONU (!)
Fordist dönemde, emek süreci ve endüstriyel ürünlerle beraber yeniden üretim alanları olan modern kentler de standardize ediliyordu. Fransız yönetmen-oyuncu Jacques Tati'nin 67 yapımı PlayTime filmine bakalım. Bu sefer dekor, Paris'in yüksek binalarıdır. Otomobiller tek model gibidir, çalışanlar aynı tip kutular içindedir, apartmanlar nizami bir şekilde ışıklandırılır. Renk paleti grinin tonlarıdır; öyle ki insanların kıyafetleriyle asfalt hemen hemen aynı tondadır. Canlı renkler sadece, çocukların giydiklerinde ve ellerindeki balonlarda görülür. Bu koca gri dekorda; şirketlerin, departmanların ve insanların numara-harflerle belirtildiğini görürüz.
PlayTime'ı favori filmlerinden sayan İsveçli auteur yönetmen Roy Andersson'ın İnsanları Seyreden Güvercin başyapıtında da sınırlandırılmış yaşamlar mekânla ilişkilendirilir. Filmin iki başkarakteri beyaz bir hapishaneyi andıran, apart gibi bir mekânda kiracı kalır ve görevli tarafından "erkenden işe gideceği" sürekli tekrarlanan kiracılar hapsoldukları odalardan çıkmazlar bile. İki aşık bir binanın daracık penceresinde, köpük balonları üfleyen iki çocuk küçücük bir balkonda gösterilir.
Dünyam büyüdükçe tanıştım mekânın ruhsuzlaştırıcı etkisiyle: Çocukluğum, benim için müstakil bir cenneti andıran, meyve ağaçları dolu tek kat bir evde geçmişti. Lise zamanı, sahil kasabası denebilecek bir semte, bu sefer bir siteye taşındık. İsmini Bahar Sitesi koymuşlardı, farklı çiçek isimleri apartman adlarını süslemişti. Konutumuzun ismi Orkide Apartmanı'ydı mesela. Elbette bu isimler, hayatımızı çiçek güzelliğinde yaşatmıyordu ama standardize toplu konut yaşamıyla da tanışmamıştık henüz, mahalle kalıntılarını yaşatmaya çalışıyorduk bir nebze. Sonra ailem başka bir yere taşınınca öğrendim: Başına "Yuvam" gibi, sonuna "Şehir" gibi takılar alan, reklamcılık isimleriyle kurulan ışıksız, renksiz mimariler varmış. Ada-blok-daire numaralarımız oldu. Batı cephemize panoramik bir fabrika ve otoyol trafiği manzarası geldi. Hava karardıktan sonra sokaklarında çıt çıkmayan bu yer bir hayat vaat etmiyor, sanki öylece yaşayıp gitmemizi istiyordu.
YALAN LABİRENTİ
Öylece yaşayıp gidiyoruz. Modern bireyler, modern yoksullar olarak labirent bloklar arasında numara-harfleri takip edip insanlığımızı kaybetmemeye çalışıyoruz. "İnsan yaşadığı yere benzer"; fakat bu beton yığınlarda bile kırlarımızdan, mahallemizden kalma alışkanlıkları yaşatma hevesindeyiz. Gri hücre çeperleri insani reflekslerimizi tamamen silemez ya? Bağımsız Kürt sinemasının başarılı örneklerinden Annemin Şarkısı'nda da görmüştük: Bir TOKİ dairesi içinde sıkışan Nigar Ana, küçük mutfağında iplere hamur asıyor, komşularına yardım etmeye çalışıyordu. Kentsel dönüşüme karşı bir eleştiri denemesi olan Yolunda A.Ş filminde bina içinde ip atlıyordu mesela çocuklar. Bunları bir TOKİ yetkilisine anlatsan, "Vatandaşlarımız halinden memnun" diyebilir. 2014’te "Toplu Konut ve İnsan" başlıklı bir fotoğraf yarışması düzenleyip uzay mekiğine benzeyen bina içinde ışıkları açık bir haneyi, binalar arasında sallanan bir çocuğu memnun vatandaş göstergesi saymışlardı ya (oysa fotoğraflar "toplu konutta can çekişenler" izlenimi veriyordu).
Numaralı bloklarda büyüyen çocuklara hayal kurabilecekleri, ruhu olan evler yapmaya gücümüz yok belki şimdilik. Ama onlara insanlar, hayvanlar ve çiçeklerde olduğu gibi, binaların da bir isme, yani kimliğe sahip olması gerektiğini öğretebiliriz. Eğer bir çocukla sinemaya, mesela Ant-Man izlemeye gitmişsek karıncaları numaralandıran profesörün tavrını beğenmeyip onlara isim veren süper kahramana dikkatlerini çekebiliriz. Sonra belki, başlığı "Toplu Konut ve İnsan" gibi oksimoron bir ifade barındırmayan, hayallerindeki ev resimlerini çizmesini isteyebiliriz çocuklardan. Bu ev resimleri, Kobane’de vahşetin yıktığı evlerde yaşamaya çalışan çocukların kâğıtlarında da toplu konutta sıkışan çocukların çizimlerinde de muhtemelen aynı olacaktır:
Tek katlı, yamuk çatılı, iki pencereli… Belki bu resimleri, fazlasıyla düz, çatısız ve bol pencereli apartmanlarımızdan daha çok sevebilir, binamızın blok numarası üstüne asabiliriz.
yazan Murat Dural 15*9*2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder