11 Ocak 2016 Pazartesi

Filmler ve Yeryüzü

“Neden sonra aralarından biri konuştu. Gösterişsiz, herhangi biri. ‘Bak yabancı’ dedi. Şaşırttın bizi. Umutlarımız için ön yüzü sırlı bir ayna sundun. Geriye işleyen bir saat. Ters çevrilmiş bir eldiven, kaynağına akan bir ırmak. Oysa biz basit insanlarız. Ve ölümlü. Yaşamayı ve baharı bu yüzden severiz. Doğan her şeye inanırız. Çocuklara, güneşe, bize düşler sunan ay ışığına…”

Bir Ocak günü doğan ve yine bir Ocak günü kaybettiğimiz Onat Kutlar’ın Bahar İsyancıdır isimli deneme-öyküsünden bir alıntı... Bu şiirsel öyküde; bir gezgin, aşılması çok zor bir duvarın arkasında geleceğin olduğunu umut edenlerin ülkesine geliyordu ve yükselen duvarın arkasında bir gelecek değil, onlarla aynı umudu paylaşan insanlar olduğunu söylüyordu. Ama ‘vatandaş’ları bu duruma inandıramamıştı.

Neden sonra (ne şiirsel bağlaçtır), öyküdeki insanlarla film seyircisinin bir bağını keşfettim. Kitlelerin sinema alışkanlığının, gerçekleşmeyeceğini bildiği hayallere inanıp fantezilere dönüştürdüğü umutlarından haz almak olabileceğini düşündüm. Yüksek duvarların üzerine gerilen beyazperdede çoğumuz, bilinçdışı hallerimizle özdeşleşmek isteyebiliriz: Tüm kabalığımıza (samimiyet) rağmen toplumca onaylanmak, gaz çıkararak (bir çeşit samimiyet belirtisi) sosyetenin gücünü kırmak, seçilmiş kişi (aslında atanmış) olup dünyayı kurtarmak, tesadüfen hayallerimizin aşkına rastlayıp şehvetli duygularla engeller aşmak…

Bir soru: Bir filmin senaryosunun iyi sayılması için inandırıcı olması gerekliyse, neden senaryosu ayakta duramayan filmler gişe rekoru kırıyor? Galiba seyirci -olabildiğince eğlenmek şartıyla- zaten inanmaya hazır bir halde sinemaya geliyor. 2015’in ve tüm zamanların Türkiye’de en çok izlenen yabancı filmi Hızlı ve Öfkeli 7’nin sırrı da bu mu? Yığınla inandırıcılık sorununa ve motor sesi fonuna sahip bu filmdeki, gökdelenler arasında uçan otomobilin heyecan verici olduğu doğrudur. Seyirci, hızlı otomobillerle hayatında göremeyeceği ülkeleri gezerken, inandırıcılık sorununu düşünmek de sinema eleştirmenlerine kalabilir. Ve birçok klişe böylece içselleşip görmezden gelinebilir. Vurucu cümlesini söyledikten hemen sonra son nefesini veren kahramanı düşün. Son nefes ile son sözün, çayın son yudumu-sigaranın son nefesi gibi, aynı anda tüketilmesi mümkün mü? Bu sinematografik ölümü gerçek hayatta deneyenler olmuş mu? Ya nefesi sözden fazla geldiği için istediği etkiyi yaratamamış ya da lafının en heyecanlı yerinde son nefesini vermiştir herhalde…

Bir soru daha: Biz basit ve ölümlü insanların yaşadıklarını tüm çıplaklığıyla gösteren filmler de niye ilgi çeksin ki? Tabii ki; mahkemede döne dolaşa şov yapan lafazan Amerikan avukatını, ağzının içine baktığımız karizmatik ve zeki kötü karakteri, üzerine yağan kurşunlardan koşa zıplaya kaçan aksiyon yıldızını, romantik komedilerdeki birbirleri için yaratılmış (cast sırasında) güzel çifti izlemeye değer bulacağız. Hakimin zaten tınlamayacağı yazılı ifadesini sunan avukatı, iki lafı bir araya getiremeyen çete başını, tek polis kurşunuyla ölen insanı, uyumsuz çiftler arasındaki şiddetli geçimsizliği mi izleyelim? Bunlar en fazla ana haber bültenlerinin konusu olabilir.

Her ölümlü son nefesinde büyük sözler sarf etmek, ölürken dahi kendisini özel hissetmek ister. Bu nedenle olacak ki, bin yıllardır evrende kendisini özel hissetmek isteyen insanlar, dünyayı kurtaran ‘seçilmiş kişi’ efsanesini üretmişler. Bütün mitolojilerde, dinlerde ve sinemadaki mitlerde görebiliriz onları. Marvel’ın süper kahramanlarından Matrix’e, Peter Pan’dan Star Wars’a, özdeşleşerek izlediğimiz kim bilir kaç seçilmiş kişi geçti hayatımızdan? (Bir de Yenilmezler var ki, ‘Yaşasın seçilmiş kişilerin birlikteliği’) Onlarca yıldır, sonunda kahraman ve yancılarının kazanacağını bile bile tıpış tıpış gidiyoruz yine de bu filmlere...

Dünyanın en büyük sektörlerinden olan sinema piyasası, bir kitle etkinliği düzenlemesine karşın perdenin berisindeki her insana kendisini özel hissettirmeyi amaçlıyor. Çoğu film, hayallerimizi en kısa yoldan sömürerek gişe yapmaya çalışıyor. Bir savunma olarak –çok fazla seçenek sunuluyormuş gibi- “Halk bunu istiyor” denilebilir. Belki istiyor da olabilir. Ama bir sinema tekeli, TV seyirliği bir film için bin küsur salonu kapatmasa da daha demokratik bir ortamda görsek kimin neyi istediğini... Hayallerimizi zenginleştirebilecek, ‘duvarın arkası’nı gösterebilecek filmler de en azından herkese ulaşabilse! ‘Bize farklı düşler sunan ay ışığı’ olarak hayal etme şansımız olsa projeksiyondan beyazperdeye yansıyan ışığı.

Son soru: “Sahi siz, en son ne zaman güzel bir filme gittiniz?” şeklinde klişe bir yazı sonu yerine, kurucusu olduğu Sinematek aracılığıyla yıllar boyu insanlara dünya sinemasından güzel filmler izletmiş olan Onat Kutlar’la bitirelim. Balyoz ve Özgürlük isimli mektubunda, ‘baharı simgeleyen kuşlar’a benzettiği gençlere “Filmleri ve yeryüzünü doğru dürüst tartıştığımız yok. Ne oldu size? Neredesiniz?” diye soran ve bu ay 80. yaşını dolduran Onat Kutlar’ı özlemle anıyor, isyancı bir bahara benzeyen güzel bir yıl diliyorum.

Not: Onat Kutlar’ın izinden giden dijital sinema kütüphanesi sinematek.tv, film, belgesel, afiş ve makale arşivleriyle ilgililerine önerilir.


Murat Dural

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder