“Neden sonra aralarından biri konuştu.
Gösterişsiz, herhangi biri. ‘Bak yabancı’ dedi. Şaşırttın bizi. Umutlarımız
için ön yüzü sırlı bir ayna sundun. Geriye işleyen bir saat. Ters çevrilmiş bir
eldiven, kaynağına akan bir ırmak. Oysa biz basit insanlarız. Ve ölümlü.
Yaşamayı ve baharı bu yüzden severiz. Doğan her şeye inanırız. Çocuklara,
güneşe, bize düşler sunan ay ışığına…”
Bir Ocak günü doğan ve yine bir Ocak günü kaybettiğimiz
Onat Kutlar’ın Bahar İsyancıdır
isimli deneme-öyküsünden bir alıntı... Bu şiirsel öyküde; bir gezgin, aşılması
çok zor bir duvarın arkasında geleceğin olduğunu umut edenlerin ülkesine
geliyordu ve yükselen duvarın arkasında bir gelecek değil, onlarla aynı umudu
paylaşan insanlar olduğunu söylüyordu. Ama ‘vatandaş’ları bu duruma inandıramamıştı.
Neden sonra (ne şiirsel bağlaçtır), öyküdeki
insanlarla film seyircisinin bir bağını keşfettim. Kitlelerin sinema
alışkanlığının, gerçekleşmeyeceğini bildiği hayallere inanıp fantezilere
dönüştürdüğü umutlarından haz almak olabileceğini düşündüm. Yüksek duvarların
üzerine gerilen beyazperdede çoğumuz, bilinçdışı hallerimizle özdeşleşmek isteyebiliriz:
Tüm kabalığımıza (samimiyet) rağmen toplumca onaylanmak, gaz çıkararak (bir
çeşit samimiyet belirtisi) sosyetenin gücünü kırmak, seçilmiş kişi (aslında atanmış)
olup dünyayı kurtarmak, tesadüfen hayallerimizin aşkına rastlayıp şehvetli duygularla
engeller aşmak…
Bir
soru:
Bir filmin senaryosunun iyi sayılması için inandırıcı olması gerekliyse, neden senaryosu
ayakta duramayan filmler gişe rekoru kırıyor? Galiba seyirci -olabildiğince eğlenmek
şartıyla- zaten inanmaya hazır bir halde sinemaya geliyor. 2015’in ve tüm
zamanların Türkiye’de en çok izlenen yabancı filmi Hızlı ve Öfkeli 7’nin sırrı da
bu mu? Yığınla inandırıcılık sorununa ve motor sesi fonuna sahip bu filmdeki,
gökdelenler arasında uçan otomobilin heyecan verici olduğu doğrudur. Seyirci, hızlı
otomobillerle hayatında göremeyeceği ülkeleri gezerken, inandırıcılık sorununu düşünmek
de sinema eleştirmenlerine kalabilir. Ve birçok klişe böylece içselleşip görmezden
gelinebilir. Vurucu cümlesini söyledikten hemen sonra son nefesini veren kahramanı
düşün. Son nefes ile son sözün, çayın son yudumu-sigaranın son nefesi gibi,
aynı anda tüketilmesi mümkün mü? Bu sinematografik ölümü gerçek hayatta deneyenler
olmuş mu? Ya nefesi sözden fazla geldiği için istediği etkiyi yaratamamış ya da
lafının en heyecanlı yerinde son nefesini vermiştir herhalde…
Bir
soru daha:
Biz basit ve ölümlü insanların yaşadıklarını tüm çıplaklığıyla gösteren filmler
de niye ilgi çeksin ki? Tabii ki; mahkemede döne dolaşa şov yapan lafazan
Amerikan avukatını, ağzının içine baktığımız karizmatik ve zeki kötü karakteri,
üzerine yağan kurşunlardan koşa zıplaya kaçan aksiyon yıldızını, romantik
komedilerdeki birbirleri için yaratılmış (cast sırasında) güzel çifti izlemeye
değer bulacağız. Hakimin zaten tınlamayacağı yazılı ifadesini sunan avukatı,
iki lafı bir araya getiremeyen çete başını, tek polis kurşunuyla ölen insanı,
uyumsuz çiftler arasındaki şiddetli geçimsizliği mi izleyelim? Bunlar en fazla
ana haber bültenlerinin konusu olabilir.
Her ölümlü son nefesinde büyük sözler sarf
etmek, ölürken dahi kendisini özel hissetmek ister. Bu nedenle olacak ki, bin
yıllardır evrende kendisini özel hissetmek isteyen insanlar, dünyayı kurtaran
‘seçilmiş kişi’ efsanesini üretmişler. Bütün mitolojilerde, dinlerde ve
sinemadaki mitlerde görebiliriz onları. Marvel’ın süper kahramanlarından
Matrix’e, Peter Pan’dan Star Wars’a, özdeşleşerek izlediğimiz kim bilir kaç
seçilmiş kişi geçti hayatımızdan? (Bir de Yenilmezler var ki, ‘Yaşasın seçilmiş
kişilerin birlikteliği’) Onlarca yıldır, sonunda kahraman ve yancılarının
kazanacağını bile bile tıpış tıpış gidiyoruz yine de bu filmlere...
Dünyanın en büyük sektörlerinden olan sinema
piyasası, bir kitle etkinliği düzenlemesine karşın perdenin berisindeki her
insana kendisini özel hissettirmeyi amaçlıyor. Çoğu film, hayallerimizi en kısa
yoldan sömürerek gişe yapmaya çalışıyor. Bir savunma olarak –çok fazla seçenek sunuluyormuş
gibi- “Halk bunu istiyor” denilebilir. Belki istiyor da olabilir. Ama bir
sinema tekeli, TV seyirliği bir film için bin küsur salonu kapatmasa da daha
demokratik bir ortamda görsek kimin neyi istediğini... Hayallerimizi zenginleştirebilecek,
‘duvarın arkası’nı gösterebilecek filmler de en azından herkese ulaşabilse! ‘Bize
farklı düşler sunan ay ışığı’ olarak hayal etme şansımız olsa projeksiyondan
beyazperdeye yansıyan ışığı.
Son
soru:
“Sahi siz, en son ne zaman güzel bir filme gittiniz?” şeklinde klişe bir yazı
sonu yerine, kurucusu olduğu Sinematek aracılığıyla yıllar boyu insanlara dünya
sinemasından güzel filmler izletmiş olan Onat Kutlar’la bitirelim. Balyoz ve Özgürlük isimli mektubunda,
‘baharı simgeleyen kuşlar’a benzettiği gençlere “Filmleri ve yeryüzünü doğru
dürüst tartıştığımız yok. Ne oldu size? Neredesiniz?” diye soran ve bu ay 80. yaşını
dolduran Onat Kutlar’ı özlemle anıyor, isyancı bir bahara benzeyen güzel bir
yıl diliyorum.
Not: Onat Kutlar’ın izinden giden dijital
sinema kütüphanesi sinematek.tv, film, belgesel, afiş ve makale arşivleriyle ilgililerine
önerilir.
Murat Dural
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder